Suyum ısındı. İçimi dökebilirim artık: Nasıl olsa birazdan parçalara ayırıp yiyeceksiniz beni.
Kıtalı kuzenlerim gibi kahverengi, hatta düpedüz kapkara olsam, gelir miydi bunlar başıma? Tabu sayar, asla dokunmazdınız. Yiyen var demeyin bana. Siz yemezdiniz, biliyorum.
Yenilmek, yenmemek... Yaşamla ölüm... İncecik bir çizgi: Renk, ırk farkı... Ayrımcılık!
Basit bir pigment meselesi... Bakmayın kıpkırmızı göründüğüme, pişince böyle oldu. Şeffaf denecek kadar beyazımdır aslında. Kapkara olabilseydim...
Sırf renk farkı yüzünden sindirilmek... Kimin ağırına gitmez?
Sızlanmaya hakkım yok, biliyorum. Yanlış renk, yanlış yer, yanlış zaman. Ağınıza düşmeyecektim...
Fokurdayan kazanın içinde nafile bilgelik! Nasıl ciddiye alınsın, idam mahkûmunun aldırışsızlık gösterisi? Kaynar suda debelenirken kandırıcı kafa tutmalar? Haşlanırken feylesof kesilenin kerameti kimi doyurur?
Mezbahada... İşkencehanede... İdam sehpasının karşısında... Yaşam buharlaşmak üzereyken, “keşke” dışında hikmet var mıdır?
Keşke kıtalı kuzenlerim gibi kopkoyu olsaydım... O zaman iri, pörtlemiş gözlerimin içine kolayca dikebilecek miydiniz o aç gözlü bakışlarınızı? Kıvrık bacaklarımı, kambur sırtımı, sarkık bıyıklarımı alıcı gözle inceleyebilecek miydiniz? Bırakınız yumuşacık karnıma bakarak yalanmayı ya da gevrek sırtımı koruyan zırhı, ağzınızın sularını akıtarak iki hamlede soymayı... Simsiyah olsam, elinizi sürer miydiniz bana? Hadi ordan pis röntgenciler!
Az sonra, o iri parmaklarınızla, tuttuğunuz gibi kafamı gövdemden ayıracaksınız. Ne bağırsaklarım kalacak, ne yumurtalarım... Yalayıp yutacaksınız! Şişkin, açlıktan köpük kusan dudaklarınızla iliklerimi emeceksiniz. Aç midenizi bedenimden arta kalanlarla dolduracaksanız... Boğazınıza takılırım inşallah!
Rengim, sadece rengim biraz daha koyu olsaydı, dilinizi değdirmezdiniz eminim.
Değil onlarcasını tabağınıza dizerek, kıtlıktan çıkmış gibi ağzınıza tıkıştırmak... Sadece bir tanesi... Koyu renkli benzerlerimden tek bir tanesi bile masanızın üstünde geziniyor olsaydı... Çığlık çığlığa fırlamıştınız ayağa! Kıyameti koparıyordunuz şimdi... Yalan mı?
Tek suçum bu: Kara kardeşlerim gibi midenizi bulandırmamak... Lanet olsun!
Sofraya çöreklenir çöreklenmez, iyi pişmiş gövdemin yumuşak etlerini limonlu ya da mayonezli soslara banarak, doymak bilmeyen bir iştahla dişleyeceksiniz... Sizi gidi katliam oburları!
Parçalarımı damağınızda dolaştırıp dilinizle ezerken, sofra komşularınızla huşu içinde bakışıp gülüşeceksiniz. Şikemperver zikirciler...
Pek lezzetli olduğumu teyit etmek için arsızca ağzınızı şapırdatacaksınız... Görgüsüz yamyamlar!
“Nefis azizim”, “Olağanüstü pişirmişsin üstadım” nidalarıyla, bizleri kaynar kazana diri diri atıveren aşçıyı alkışlayacaksınız... İşkence azmettiricileri...
Abartılı el kol hareketleriyle, riyakâr bir kibarlıkla, kayık tabakta kalan cesetlerimizi birbirinize ikram edeceksiniz... Soykırım kardeşliği!
Sırf rengimden, kökenimden ötürü reva görüyorsunuz bunları bana, değil mi? Irkçısınız, ırkçı!
Suçum denizden çıkmak... Kıtalı olsaydım... Evlerinizde, mutfaklarınızda, banyo ve bahçelerinizde dolanan koyu renkli akrabalarımdan biri... Nasıl da böğürtüyü andıran öğürtüler içinde kusardınız, incecik ama upuzun antenlerim dudaklarınıza değer değmez... Hem de fışkırta fışkırta!
Yiyin efendiler, yiyin... Er geç devran dönecek. Kara kuru akrabalarım öç alacak...
Eee... Öldüğünüzde leşlerinizi kim kemirecek sanıyorsunuz?
Zıkkımlanın... Patlayıncaya, çatlayıncaya kadar tıkının. Sıra bize de gelecek.
Yigit Bener
Estambul, Turquía.
EdM, febrero 2015
Imprimir
No hay comentarios:
Publicar un comentario